Sağlıklı Zayıflamada Yardımcı Vervella
Posted by cihan in Vervella
Posted by cihan in Vervella
Posted by cihan
Sultan I. Ahmed Ve Hediyesi
Sultan Ahmed Han, bir gün Hüdâyî hazretlerine bir hediye göndermiş, o da bunu kabûl etmeyerek iâde etmişti. Pâdişâh bu sefer aynı hediyeyi Şeyh Abdülmecîd Sivâsî'ye gönderdi. Onun kabûl etmesi üzerine bir gün pâdişâh kendisine; "Bu hediyeyi Hüdâyî'ye gönderdiğim halde kabûl buyurmadılar." dedi. Abdülmecîd Sivâsî de; "Pâdişâhım, Hüdâyî bir ankâdır ki, lâşeye tenezzül etmez." cevâbını verdi.Pâdişâh birkaç gün sonra Hüdâyî hazretlerinin sohbetine gidince; "Geri gönderdiğiniz hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabûl etti." dedi. Bu söz üzerine Hüdâyî hazretleri de; "Sultanım! Şeyh Abdülmecîd bir deryâdır. Ona bir katre necâset düşmekle pislenmiş olmaz." diyerek zârifâne bir cevap verdi.
Sultan I. Ahmed Ve Hediyesi - İbretlik Bir Hediye Hikayesi
Posted by cihan
Posted by cihan
Posted by cihan
Posted by cihan in aşık, aşık çoban, aşk, çoban, çobanın aşkı
Âşıktı genç çoban. Sevgilisinin isminden başka bir şey
bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez,
arkadaşı anlatıyordu onun halini:
— Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu,
yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası
suyu o kız oldu sanki
. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size.
Hâlbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı,
davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim,
ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar,
değil mi efendim...
İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş,
iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişçesine zayıf,
çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden
gözlerinde aşktan gayrisi kalmayan diğer çobanı süzüyordu.
Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan
konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
— Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz.
Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ
kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam,
aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı,
her meselesini danıştığı bir bilge idi.
Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp
sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan;
burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler
bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor,
gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu.
Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve
yanındaki kadim dostu nereden bilsin di bu garip
ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Âşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra
her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların
o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:
—Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada
elimde tespih, kırk gün Allah dersem sevdiğime
kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?
— Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz
Allah diyeceksin,
kırk gün sonra padişahın kızı senindir.
İki dost hemen yola çıktılar, âşık çobanın yüzüne kan,
dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti.
Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk,
yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm,
mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç
vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı,
kalbini padişahın kızına bağladı, eline
tespihini aldı ve dudakları
kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih
taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın
yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı.
Herkes birbirine
karşı dağdaki mağarada gece gündüz
Allah diyen gençten bahsediyordu.
Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar,
tarlada işçiler, oyun oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
— Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini
Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş,
Allah Allah...
Âşık dostunun ne halde olduğunu merak
eden genç çoban, mağaraya geldiğinde
üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin
gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını
görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü.
Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya
devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu
kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında
arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri
ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti,
o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın
kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı...
Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor,
tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret
parmağım sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor,
gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında
dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini
çekmişti genç çobanın.
Âşık çoban yeniden eline tespihini aldı,
gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını
bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu
artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu,
tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti,
sadece bir söz kaldı: Allah...
Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala,
mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış,
nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu.
Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların
bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları
mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip
bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri
gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri.
Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah,
nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün
zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin
yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde.
Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanma bir saray
yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye
kadar saydığı her şey, bilgenin:
— Hünkârım, gönül erleri mala-mülke,
makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür,
birinin derdini diğerine derman eyler,
ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:
—Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi.
Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
—Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi,
kabul ederler mi?
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi
genç aşığın mağarasının üstünden...
Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler,
onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve
en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye
çalışan âşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru
yürümeye başladılar. Bu arada bizim âşık kendinden
öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki,
gelenler içeri girseler ve bir tespihten başka bir
şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi,
ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;
— Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.
Yavaşça başını çevirdi âşık, sonra bütün
vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık
emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi.
Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban,
mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile
batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru
uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu.
Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde
gözü yoktu dervişin.
—Efendim, diyebildi en son, sessizce,
benim bir kızım var efendim, zât-ı âlinize
layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız
bizi bahtiyar edersiniz...
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu.
İşte âşık maşukuna kavuşacak, murad hâsıl olacaktı.
Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu.
Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı
verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak
, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle
bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti,
sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:
— Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverd
i. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi,
vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge
tebessüm ediyordu. Âşık çobanın genç
arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri
atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi,
kulağına eğilip:
—Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür
bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?
Güldü âşık çoban, gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:
— A dostum, dedi, ben kırk gün
padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla
vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim